“Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiç bir yere gitmiyor” diye sözlerini göğe uçurtma gibi salıyor ya şair.
Ve biz kuyruğuna takılı ruhlara bakakalıyoruz. Rüzgârda titreşen o renkler kümesine, birbirine sarılan,
sarılarak bulutlara yükselen o kayıp insanlara. Gökten üstümüze yıldızlar yağınca ıslanan kumlar gibi içimize çöküyoruz. Bir zamanlar çocuktuk. Biz de sokakların arasında kaybolduk.
Eve gelirken bakkaldan alınan sıcak ekmeğin ucundan koparılan lokmalar gibi olmuşuz.
Yol uzamış,
Ekmek soğumuş,
Evde kimseler kalmamış.
Duvarlara asılan fotoğraflardan uzak bir geleceğin telaşıyla başları önünde daha uzak bir zamanın hayallerini kurmakta!
Sahi, bu çocuklar nereye gittiler?
Yerdeki ekmeği alınlarına değdiren o çocuklar, mavi önlüklerinin üstünde dantel yakalı kızları, mendili ütülenip cebine konulmuş oğulları, öğretmenler odasının kapısından geçerken ayakları birbirine dolanan öğrencileri, “misafir gitsin, o zaman hesaplaşacağız!” diyen annelerin, işten dönmesi beklenen babaların çocukları, mahalleyi oyuna boğan çocukları…
Sokaklara bir atom bombası atılmış da kaldırımlarda, evlerin duvarlarında sadece gölgelerinin izi kalmış gibi…
Yoklar.
“Eski minder, yüzünü göster, göstermezsen bir poz ver!
Güzellik mi çirkinlik mi, havuz başında mankenlik mi?”
Bu kadar güzel çocuklardan çirkinlik kaldı.
Caddelerdeki ışıklar sönmüş.
Köşedeki bakkal kapanmış,
Sehpalardan, televizyonlardan kolalanmış sakız beyazı danteller kaldırılmış.
Nenelerin ördüğü son kazaklar giyip atılmış.
Son güzel misafir de uğurlanmış.
Böyle terk etmişiz çocukluğumuzu. Küsmüş, bir köşe de bekler olmuş bizi.