Seksenli yilların başında evlerimizi bırakıp gelmiştik Kayseri’ye. Derin üzüntülerin acılı yılların ortasındaydı Türkiye. İhtilal sonrası uzun, ölümlü zamanlar ve çalkantılı bir dönem bitmişti. Ülkenin her yerinde kaybedilen bir gençlik. Sokaklarda barut ve ölüm kokusu, boykotlar başka ülkelerin istihbarat kurumlarının provake ettiği tehlikeli uzlaşmalar bitmişti. Bu kötü günlerin ardından gelen yönetim ciddi bir baskı ile gençliği evlere hapis etmişti. Seksenin ilk yillarında Türkiye gençler için kocaman bir hapisane olmuştu. Oysa o kadar çok şey yapmak lazımdı ki.
Kayseri’ye ilk geldiğim yıldan başlayarak hep sağlığı takip ettim ben. Madem ki hekim olacaktım o zaman yaşadığım topraklarda sağlık önemliydi benim için. Hekim olmak için yola çıktığım ilk günden başlayarak bu ülkenin kısıtlı kaynaklarını harcayan bu ülke için borçlu hissettim kendimi. Çocukluğumdan bu yana benimle birlikte olan çocuk felci hastalığına rağmen mecburi hizmetimi yaptım, devletin verdiği her görevi bu borcu ödemek için yerine getirmeye çalıştım. Şimdi geriye dönüp baktığımda keşkelerim çok ama bu ülke için yaptıklarım da çok.
Bir devlet hastanesi, bir sigorta hastanesi bir üniversite hastanesi ve doğumevi. Üç hastane vardı o yıllarda Kayseri’de. Bir tane de özel hastane hatırlıyorum. Şehirin çeşitli semtlerinde sağlık ocakları da vardı. Verem hastanesi, ve dispanserini de unutmamak lazım. Kayseri büyük bir şehirdir. Ticaret nedeniyle ekonomisi iyidir. Sokaklarda pembe yüzlü çocuklar gezer. Kışları serttir. Huzurlu bir şehirdir. Sağlıklı insanlar ve imarlı bu şehirin hastanelerini her zaman dolu olduğunu gördüğümde ilk yıllarda çok şaşırmıştım. “Bu kadar iyi bir şehirde bu kadar hasta nereden geliyor” diye sorduğumda hocalar kafalarını öne eğer “Kayseri’nin köylerinden geliyorlar”derlerdi.
Kayseri’nin köyleri vardı evet. Köy garajlarına gelen minibüslerden başörtülü kalınlar, yanlarında analarının ellerini sıkıca tutan pembe yüzlü çocuklar, tesbihleri ile önden yürüyen babalar inerdi. Çocukların ayağında kara lastik. Babalarda keçeli mest , anaların ayaklarında kalın çoraplar. Şehrin tek düze renkleri bu dolmuşlardan inen köylüler ile renklenirdi. Köylü çocuklar ile haftasonu izni kullanan askerler yeraltı çarşısında birbirlerine karışırdı. O köylü çocukların heyecanını gözlerinden görebiliyorsunuz. Okul eğitimim boyunca her yıl daha iyiydi üniversite. Staj yaptığım yıllarda tekrar o köy çocukları ile karşılaştım. Bu sefer onlar hasta oldukları için karşımdaydılar. Köylerindeki doktor göndermiş olurdu çoğunlukla. Ciddi hastalıkları varsa geliyorlardı karşımıza. O yıllarda yatak yok demek yasaktı. Tüm hastalara yatak bulunurdu. Malzemelerimiz eskiydi donanımımızda ama yeni bir fakülte olmanın sorumluğu üzerimizde. Hocalar da dahil herkes için yapılması gereken çok şey vardı. Malzeme yok ise alternatifi yaratılır, donanımda sorun varsa kiralanır yani hasta için yapılacak her şey yapılırdı. Tedavi edici tıp kadar önemliydi koruyucu hekimlik. İnternlüğümüzün en önemli stajı köyde yaptığımız halk sağlığı stajıydı.
Otuz yıl önce mezun olup ayrıldığımda Kayseri’den aklımda kalan iki şeyden biri köyleri gezmenin mesleğin olmazsa olmazı olduğuydu. Çünkü bilirdim ki asıl sağlık hizmeti orada verilebilirse sağlıkta ilerlenebilir. Benim dönemimde mezun olan her hekim bilir bunu. Bunları neden anlatıyorum biliyormusunuz? Uzun yıllardır aklımda Kayseri’nin sağlık tarihçesini yazmak vardı. Bunun için kaynak ararken arkadaşım Mümtaz’ı aradım kitap istedim kütüphaneden. İstediğim kitabı bulana kadar bir iki kitap önerdi bana. Bunlardan birisi Dr. Warren H. Winkler’in yazdığı “iki doktor bir yolculuk” tu. Okudum şaşkındım. Aslında içinde yaşadığım tıp eğitimi tarihin yaklaşık otuz sene öncesini yazıyordu. Benim mezuniyetimin üzerinden otuz yıl geçmiş, bu kitap ise öğrenciliğe başladığım yıldan yaklaşık otuz yıl öncesini tanımlıyordu.
Derinlemesine birkaç kez okudum. İçimde tarifsiz bir karmaşa. O yıllara ait sağlık verilerine ulaştım yazılanların doğruluğunu kontrol ettim. Uzun günler boyunca şaşkınlık içinde nereden nereye geldiğimizi gözledim gururla. Bakın anlatayım size:
Wınkler 1958 yılında Amerika’dan çıkıp Türkiye’ye gelen bir hekim. Onu bu coğrafyaya sürükleyen misyonerlik düşüncesinin 1800 lü yilların ortalarında inşaa ettiği talastaki bir klinikte sağlık hizmeti vermiş.1966 yılına kadar gördüklerini yazmış, fotoğraflamış. O yıllarda sağlıkta ne olduğumuza bakıyor vakalar üzerinden. Talas çok yakın şehire ama sadece o var sağlık hizmeti veren. Birkaç sağlık evi dışında sahada bırakın hekimi ebe bile yok. Şifacılar var köylerde. Hastalara bakabilen şehir merkezindeki hastane yetersiz. Bir çok hasta yatak yetersizliği nedeniyle ölmek üzere evlerine gönderiliyor. Şehirdeki hekimler Talas’ı bile bilmiyorlar. Yani o kadar uzaklar çalıştıkları şehire. Aşılama yok. Bulaşıcı hastalıkla mücadele yok. Tifüs, pnomoni, tüberküloz, sifiliz neredeyse her köyde. Çocuklar tetanozdan ölüyor. Çocuk felcinden sakat çocuklar yürüyemiyor. Beslenme bozukluğundan kaybediliyor çocuklar. Cumhuriyetin ilk yillarında başlayan sağlıkta devrim durmuş. Anadolu bozkırında meydan misyonerlere kalmış. Yaklaşık yüz yıl önce 1874 de ülkeyi kasıp kavuran kıtlık dönemindeki gibi, halkın tek çaresi talastaki klinik olmuş ne acı. 1800 lü yılların sonunda misyonerlerce yapılan klinik neredeyse yüz yıl sonra tekrar yabancılara kalmış maalesef.
Bu acı tablodan neredeyse otuz yıl sonra Kayseri’ye kurulan tıp fakültesi ile halkın hayatına dokunmaya başlamış sağlık çalışanları. İlçelerde sağlık ocakları, köylerde sağlık evleri. Ev ev gezip bebek bakımı gebelik takibi aşılama yapan sağlık savaşçıları. Aşılamak için uzun yollar yürünmüş, bebek ölümlerinde hızlı bir düşüş. Bulaşıcı hastalıklarda hızlı azalma. Çünkü sahada artık erciyes tıp var. Her siyasetçi sağlıkta çağ atladığını söyler. Haklıdır belki. Benim bildiğim, için için ağlamama sebep olan Dr. Winklerden otuz sene sonra beni yetiştirenlerin Kayseri’nin sağlığında yarattıkları muhteşem değişiklik. İşte bu nedenle sağlığım elverdikçe köyleri gezmeye devam edeceğim, buradan yazmaya, Kayseri’nin sağlığından bahsetmeye devam edeceğim. Bu bizim borcumuz. Benden önce ve benden sonra Erciyes üniversitesi tıp fakültesinden o yıllarda mezun olmuş tüm arkadaşlarım bizim bizi yetiştiren hocalarımıza borcumuz bu; o meşale düşmemeli. Artık bu övünmesiz destanı yazan hocalarımı hatırlayıp onları yazmak zamanı. Bize yapılan her kötü şeye inat mücadeleye devam. Biz sahada oldukça misyonere gerek kalmayacak o çocuklar yaşayacak, yaşamalı.
Teşekkür ederim
Teşekkür ederim
O günleri yaşamış bir sağlık çalışanı olarak, 30 yıl önceki sağlık hizmetleri ile bu gün arasında büyük bir uçurum var. Paylaşımınıza teşekkürler.z
İyi ki varsınız ve sizin gibi Dr larda iyi ki varlar
Eline sağlık hocam...