“Ey hayatın anlamını çözmeye talib kişi; İkra (oku)! Ve bişnev (dinle)! Ey hakikatin ilmine ulaşmak isteyen talip; Yara neredeyse duanı oraya oku, zira dua oraya dokunur. Cehalet durmaksın irin üreten yaradır. Eczası ise hakikate götüren ilimdir…” cümlesiyle adeta Abdürrahim Karakoç’un
“Yorulmam deme gönül, mutlaka yorulursun.
Zamanın tenceresi, penceresi çok farklı.
Temmuz’da buz tutar, Ocak’ta kavrulursun” dizlerine şerh düşer. Bu keyifli röportaj sizler için yapan Gazeteci Yazar Remzi Yıldırım ve gastepress internet gazetesine teşekkür ederiz.
Hayata dair yazılarıyla bilinen Senarist ve düşünce insanı Hüseyin Acarlar, İnsana ve hayata dair gerçekleri, yazılarında çarpıcı biçimde ortaya koyan, ironi ve siyaset felsefesiyle yoğrulmuş köşe yazılarıyla Akit Gazetesinde okurlarıyla buluşuyor. Bir Senarist, Yazar ve düşünce adamı. Şimdi ise gastepress röportajı ile Millete ulaştığı Taun, Pandname, Kolezyum, kitaplarından mesajları veriyor. İşte o harika cevapları ile Hüseyin Acarlar, neler söylüyor? Kitaplarının ön sözünden sorduk, istifade edilecek erdemli cümleler kurdu, buyurun okuyalım…
Remzi Yıldırım;
“Kolezyum” eserinizde “Düşünce insanı için fikirlerini ifade etmek ahlaksal bir seçimdir. Tıpkı cerrahi ameliyedeki doktorun insan hayatı söz konusu olduğunda canlı eti kesme kararı almasının ahlaksal bir seçim olması gibi” diyorsunuz. Tedavi için canlı eti kesme pahasına da olsa o zaman düşünce okyanusunda insanın rotası sizce ne olmalıdır? Bunu din bilim parametresinde açabilir miyiz?”

Hüseyin Acarlar;
“DİNİN DE BİLİMİN DE MUHATABI AKILDIR “
Dinin de biliminde muhatabı akıldır. Şeref bulan insan akılla en değerli gücü bulur. Batı “aklı”; Descartes’la birlikte “nedenler” üzerinden dışladı. Auguste Comte’un pozitivizminden itibaren de, dünyayı sadece “olgu”lar ve “kanun”lar boyutunda çalıştırdı. Spiritualizm’le (ruhçuluk) beraber de aklı bir “hayaller şebekesi” gibi gördü. Oysa ne sadece “sebep”lerin araştırmasına kapanan bir bilim, ne de sadece “gaye”lerin araştırmasına kapanan bilgelik, ne “ilk sebep”e (arkhe), ne de “son gaye”ye erişebilir. Zira akıl “Özne”, “Düşünce” fiildir. Bugün çizilen rotada egemen gücün kullandığı dil bilimsel, yaşam biçimi ise medeniyet olarak algılanıyor. An bu rota insanlığa huzur ve mutluluk ve adalet getirmedi. Demek ki doğru olmayan şeyler var. İnsanlık dümen kırmak durumunda. Dijital dönemde atalarının maymundan geldiğine inanmayan insanlar hayvan haklarıyla başlayan süreçte maymunlaştırma sürecine sürükleniyor. Beş kişilik ailenin trafikte can vermesi beş saniye ile haberlerde geçiştirilirken, ölenler sadece dijital rakamdan ibaret gibi sunuluyor. Diğer taraftan, kuyruğu korkuluklara sıkışmış kedinin kurtarılması haber metinlerinde beş dakika yer alıyorsa hayvan hakları üzerinden hayvanlaştırma mı var? Sorusunu sordurmayı gerektirir. Hür akıl düşüncenin ana rotası olarak sorgulayıcı özelliktedir. Bu tutumu yeniden kazanmak zorundayız. Her önüne konana doğru diye bakmamalı. Her sakallıya hacı hoca denilmemesi gibi bir şeydir bu. Peder Baillet, Descartes’in çok uyumasının ardında duran düş kurma, rüya görme isteğini aktarırken, “hayaller bilgeliğin tohumlarına çiçek açtırır” diyordu. Serazat olmak isteyen, zihnine çekilen küresel tel örgüleri fark edemiyorsa, karanlıkta hayallerinin yegâne işareti ay ışığı, tene saplanmış bıçak olmuş demektir. Hülasa efendilerinin ilaçlarını çalıp içen uşaklarla aynı hisleri paylaşanlar ile adamlık davasını her zeminde gündemde tutanların kavgası hep olacak.
Remzi Yıldırım;
“ Günceli takip, okuyucuya da bir onbaşı kültürü katar. Şayet bu onbaşı kültürüyle generallik fetvalar veriliyorsa orda da ciddi bir sorun var demektir” diyorsunuz “Kolezyum” kitabında. Hocam onbaşı kültürünü detaylandırırsanız neler söylersiniz? “
Hüseyin Acarlar;
“ HERŞEYİ BİLDİĞİNİ SANAN TOPLUMSALBİR YAPI VAR “
Galata'dan artakalmış çengiler zilzurna dağılıyorlar.” Demişti rahmetli Atilla İlhan. Yanılmış(!). Çengi; çalgı eşliğinde oynamayı meslek edinmiş kadın değil mi ki? An gelir çengi dijital âlemde klipleriyle kıtalar dolaşıyor…
Bir dönem İstiklal marşıyla açılan TV’nin İstiklal Marşıyla kapanması yaşıtlarımın malumudur. Bir içli “ah “ile yâd edilen hayatımızın bir dönemine damga vurmuş, Necefli maşrafa ya da manzara resmi ile “seksenler ”bir kuşağın sosyolojik adı oldu.
Cep telefonu yoktu. Kilo sorunumuz hiç olmazdı. Paystation, , video oyunları, kablolu TV, chatroom, internet cafe, facebook, twitter, instegram gibi sanal âlemin dostları yoktu. Hakkel yakin adam gibi dostluklar vardı. Okul derslerinde başarısız olup, sınıfta kalanların psikoloğa veya pedagoga gönderilmesi “deli doktoruna “ götürmekle eşdeğer sayılırdı. Hiperaktif çocuk yoktu. Herkesin hiperaktif olduğu bolca okuma mecnunu yetişti bu devirde. Bu kadar kitap kurdunun yetişebileceğini kestirebilseydi “Netekim Paşa “ herhalde futbol dışında başka tedbirlere de başvururdu. Duvarlarda “kahrolsun faşizm “ya da “kahrolsun komünizm” yerine “seni sevmeyen ölsün” yazılıyordu. İbo imparatorluğunu, Müslüm, babalığını 45 lik kasetlerde tescil ettiriyor. Orhan abi yollarda “ ya benimsin ya toprağın” imzasını çakıyor, Ferdi, tüm zamanların en hıçkırıklı sesiyle çeşmenin başında durmaz olaydın”ı çığırtıyordu. Burada yine bir duygu ve derinlik vardı.
Devir değişti. Daha hızlı ve öfkeli yaşayan, görsele vurgun resimlere, görüntülere bakıp bunu çabucak tüketen duygudan yoksun, sürekli mutsuz ve tatminsiz ama kültürlü olduğunu ve her şeyi bildiğini sanan bir toplumsal yapı var. Bu onbaşı kültürüdür işte. Bununla generallik strateji çizilmez. O yüzden yazarına zahmet vermeyen yazı okuyucuya zahmet verir. Onbaşı kültürü popüler çöplüğe dökülen bilgidir. Bu hakikati perdeler, gerçeği bile showa dönüştürür. Zararları faydalarından fazla. Yarı doktor gibi popüler kültür de candan eder diyorum.
Remzi Yıldırım;
“ Hocam, “Kolezyum”dan sormak istiyorum; “Aynı suda iki kez yıkanılmaz doğru. Ama su, başından beridir aynı yerde akmaya devam ediyor” derken bu düşüncenize katılmamak imkânsız. Biraz bu suyun yolunu açarsanız meseleyi hangi detaya bağlarsınız?”
Hüseyin Acarlar;
“ ENVAİ ÇEŞİT HEDONİST (HAZ) AKTİVİTE DÜNYASINDAYIZ “
Kolbastı çıkınca hemen öğrenen, apaçi keşfedilince za¬man kaybetmeden kıvırmayı başaran, ‘erik dalı gevrektir’le coşan, envai çeşit hedonist (haz) aktivite dünyasındayız. Ha¬yatın esaslı anlamından gitgide uzaklaşan, popüler kültür si¬yasetinin çocukları bizler; kadim hakikate kulak tıkamış, sırt dönmüşler olarak, kör gözle bakıyoruz dünyaya. Oysa parla¬tıcıyla aydınlanmaz gelecek, fön çekince düzelmez hayat ve fondötenle kapanmaz yaralar. Ve geçmişe sadece mazi deyip noktalamaz beşeriyet.
“Bizimkisi Bir Aşk Hikâyesi” şarkısından “Allah’ım Ben Nerde Yanlış Yaptım” şarkı moduna geçmeli. Mektebi arifanda ilk ders kırmamak son ders kırılma¬maktır. Hayatın arifan mektebine yeniden dönüş vaktidir. Popü¬ler kültür yazıları gibi ömrümüzü de çöpe atmak sadece kendi¬mize ihanettir.
Remzi Yıldırım;
“ Taun, Eserinizin önsözü insana öğüt edebiyatınız muazzam bir remzi. Hocam, ‘Aydınlanma çağının aşırı iyimserliği, yirminci yüzyılın ikinci yarısında yerini vaatlerinin çoğunu gerçekleştirememiş bir kötümserliğe bıraktı’ söyleminin şifresini açarsanız, neler söylersiniz? “
Hüseyin Acarlar;
“ YERİN YÖNÜ DEĞİŞTİ, ADALETİN TERAZİSİ ŞAŞTI! “
İnsan üretim tüketim ilişkisinin en son hali Modernizm, esasında insan olma erdemine saldırdığı oranda palazlandı. Modernizm, insanlığa İki dünya savaşı armağan etti. Bugün, barış adına vekâlet savaşlarını play station keyfiyle izleyen mazoşistlere dönüştük. Devlet şirketler, küresel gücün aktörlerinden biri olmak için taşeron örgütler eliyle üçüncü dünya savaşını korsanca konsolide ediyor.
3.dünya ülkelerinde kan ve gözyaşının yoğunluğu arttığı oranda gelişen ülkelerde konfor arttı. Beraberinde şiddet psikolojisi hayatın her anında var oldu. Onun içindir ki günümüz insanı, evde, işte, eşte, trafikte, siyasette, mektepte cep teknolojisiyle patlamaya hazır bomba gibi asabi asabi dolaşıyor. Gelişen teknik, ruhsal iletişimin canına okudu. Dinin, fikrin, dilin, vecdin diyalektiği anlaşılamaz hal aldı. Yerin yönü değişti, adaletin terazisi şaştı. Eşrefi mahlûkatın derinliğindeki anlam buharlaştı. Dolayısıyla toplumsal ruh, semantik (anlamsal) intiharı yaşıyor. Allah insanı yarattı. İnsansa modern yapılar inşa ederek kendine dünyayı zindan etti.
Binalar yükseldikçe insanlık küçüldü. İnsanlar küçüldükçe zulüm kalıp değiştirdi, dozajını arttırdı. İnsanoğlu, bu kez hayatı tam kalbinden vurup intihar ediyor. 21.yüzyılın ilk çeyreğinde görüldü ki dünya sosyolojisinde ütopyaların yerini distopyalar aldı. Bu kötümserlik halet-i ruhiyesi uzun bir süre daha gidecek gibi. Gerçek şu ki;
“İdeolojinin sonu”, “tarihin sonu”, “ulus-devletin sonu”, “sınıf politikasının sonu” “modernitenin sonu” gibi ‘son’lar silsilesinin ortak özelliği, demokrasi gemisinin krizlere demirlediğidir.
Remzi Yıldırım;
“ Nasıl bir şey bu? “3.dünya ülkelerinde kan ve gözyaşının yoğunluğu arttığı oranda gelişen ülkelerde konfor arttı. Beraberinde şiddet psikolojisi hayatın her anında var oldu. Onun içindir ki günümüz insanı, evde, işte, eşte, trafikte, siyasette, mektepte cep teknolojisiyle patlamaya hazır bomba gibi asabi asabi dolaşıyor.” Diyorsunuz. Bunu biraz daha açar mısınız? “
Hüseyin Acarlar;
“ÂMÂLAR ŞAŞILARI YÖNETİYOR “
Son derece modern meskenler yaptık ama içinde huzurumuz var mı?
Kuştüyü yataklar kondurduğumuz evlerimizde rahat uyuyabiliyor muyuz?
Moda saatler bileklerimizi süslerken, randevularda zamanımızın zembereği kopuyor mu?
Çocuklarımızın son model cep telefonları, tabletleri, bilgisayarları karşılığında neler vermişiz?
Bir bakın lütfen! Her istediklerini alarak rahatlığa alıştırdığımız çocuklarımızda neden bir tatminsizlik var?
Bu davranışımızla sevinme güdüsünü, bekleme, yokluk empatisini nihayetinde sabırlarını ve sabrımızı tükettik. Okula derslere fazlaca anlam yükleyip; ayakta kalma, problemlerle baş edebilme, mücadele azimlerini mahvettik. Küçükleri kreşe bırakıp ebeveyn sorumluluğunu dümura uğrattık.
Dokunulmaz zırhlarla donattığımız çocuklarımızın öğretmenlerine karşı saygıyı yok ettiğimizde kendimize olan saygımızı da yok ettiğimizi göremedik. Arkadaşlıkların dostlukların iletişim damarları kopuk değil mi? Okunan hatmi şeriften hâsıl olan sevabı cümle âleme dağıtırken çok takvalıydık! Yapılan ticaretten hâsıl olan kârı dağıtmadaki cömertliğimize ne oldu? Paramız var bereketimiz yok, Okumadan yazıyı, tanımadan yazarı eleştirdik. Dinlemeden konuşmayı, camiye gitmeden imamı, namaza gitmeden ehli salatı, hacca gitmeden Hacı abiyi eleştirenler ne kadar tutarlı olur ki? Âmâlar şaşıları yönetiyor.
Remzi Yıldırım;
“ Taun, kitabınızın önsözünden soracağım Hocam, ‘Ölüler, güç ve bilgilerini beraberinde götürmezler, yaşayanlara miras bırakırlar. Ancak kış geldiğinde, soğuklar bastığındandır ki çam ve selvinin direnci fark edilir’. Söylüyorsunuz bırakılan mirası biraz açarsanız neler söylersiniz? “
Hüseyin Acarlar;
“ DEĞİŞMEYEN ADRESİNDİR ÖLDÜĞÜN YER “
Dünya hayatında birçok adresi değişir insanın. Değişmeyen adrestir doğduğun yer. Ve değişmeyen adrestir öldüğün yer. “Bir yiğit vardı gömdüler karşı bayıra” dedirtmek için doğduğu yere vefa, öldüğü yere cefa borçludur insan. Bu duyguyla örf dediğimiz yazılı olmayan bilgi ve yazılı olan her metni kendisinden sonraki kuşağa bırakarak göç etmiştir insanlık. Sosyal bilimlerde bu böyle olduğu gibi, fen bilimlerinde de aynı durum söz konusu. Bu insanlık tecrübesi bugün yok sayılıyor. Bu bilgi görünmezden geliyor. En basit şekliyle öncekilerin mantık bilgisi sembolik mantık çalışmaları olmasaydı? Bugün bilgisayar ve yapay zekâ veya cep telefonu yazılımları olmazdı? Bugün eğer bir takım sıkıntıları yaşıyorsak geçmişin tecrübesine de müracaat etmek zorundayız.
Remzi Yıldırım;
“ Birazda Pandnâme den bahsetmek istiyorum. Üçlemenin bir diğer kitabından, Şöyle bir bölüm okuyayım: “Çayını iç yeğen. Çok daldın. Aynı duyguları hissettiğin insanlarla farklı şehirlerde olmanın adıdır hasret. Mevzu bil¬diğin gibi şehir kalabalık insanlar yalnız. Eğer şu cami dulda¬sına sığınmış çay ocağında bulamazsan aradığını ve dalıp git¬mişsen minare gölgesinde şadırvana doğru. İyi bak daldığın yerdedir aradığın.” Devamın da ne söylersiniz açabilir miyiz burayı? “
Hüseyin Acarlar;
“ BİZ ŞEHİRLERİN KALBİNİ SÖKÜYORUZ MAALESEF! “
Bu günün şehirleri doksan dokuz yıllığına icara vermiş mirasyedilerin elinde kaldı. Ondandır kadr-u kıymeti bilinemez oldu. Kalabalıklaştıkça insanlar yalnızlaştı. Kimse kimsenin derdiyle hemhal olamıyor. Zira herkes kendini kurtarma peşinde ömür tüketiyor. Aslında herkes birbirini tüketiyor. Tüketim şehirleri oldu mega kentler. Mensubiyet yok, dolayısıyla mesuliyet hissi oluşmuyor. Şehirlerin kadim bir imanı vardır. Ruhu vardır. Bundan bihaber imarcıların elinde tarminatürce zulüm var. insana bıçakla saldıran ne kadar suçluysa tarihi dokuya, ruha kadar kepçeyle saldıran Belediyeler var. İmar Bu insana bıçakla saldırıdan daha tehlikeli ve acımasız. Zira gelecek nesillerde saldırılıyor bu düşünceyle, bu tutumla. Şehirler rant merkezi oldu. Hayat, ev merkezli olmaktan çıkarıldı, iş merkezli oldu. Kadim tarihli şehirlerde görgü tanığıdır ru-i zemin ve gözleri minarelerdir. Uluca gözleriyle herkesi görürler, ondan beş vakit seslenirler. Minareler, bizim şehirlerimizin sokaklarını korurlar. “Muhammedül Emin” ismine şehadet edercesine onun gölgesi huzur verir insana. Vakit Ay vakti olunca minareler usulca göğe anlatır gün boyu şahadet ettiklerine. Kanalizasyon şehrin kirini, hamam şehirdeki insanın beden kirini giderir. Camilerse her ikisinin ruh kirini temizler. Yufka yürekli eder, yumuşatır kalbini şehir insanın. Bakın Remzi Bey, yeryü¬zünde yumuşayınca sağlamlaşan tek şey kalptir. Biz şehirlerin kalbini söküyoruz maalesef.
Remzi Yıldırım;
“Zindandan çıkış aşkın düşüncelerin kudretinden doğar. Böyle bakınca düşünen insanlar için hayatın keşmekeşliği bir yana monologlar, diyaloglar kendini ifade etme ihtiyacı duyar” ve devamla Bunun yazım dili için pendnâmelerin en iyi araçlardan biri olduğuna işaret ediyorsunuz. Bu konuda neler söyleyeceksiniz? “
Hüseyin Acarlar;
“ BİR KAHVE! ACI OLSUN DERTLERİMİZ GİBİ! “
Bunu en iyi kitaptan bir bölümle cevaplandıralım isterseniz. İki kişinin diyalogu gibi iç seslenmeler var. “Bir kahve! Acı olsun dertlerimiz gibi.
İçine ihanet doldurulmuş şu pet şişeyi de kaldır gözümün önünden. Kalbin kadar temiz bir bardak yerleştir masaya. Lale renkli yanakların, bal süzülen dudakların olduğu yere var. Yeşil yaprak budakların gölgesindeki serin sulu bulaklardan doldur suyu. Ebu Müslime, ibn-i Bakü’ye de Ümmeti Muhammedîn selamını söylemeyi unutmayasın.
Ortaya karışık bir salata; hayatımız gibi anlarsın ya! Ha, salataya maydanoz olacakları da uzak tut buradan.
Kendimle konuşacağım biraz. Hey garson!
Bana bir huzur, sadesinden. Yanında kızarmış yüzler, velfecri okuyan gözler istemem. Malum! kolesterolüm var, kalbe dokunur. Dumanı tüten şükür çorbası ver oradan, kahve sonrası. Masterchefe söyle; tövbe ağacından istiğfar yaprağı karıştırsın. Kalp havanında dövülmüş tevhid ununu insaf eleğinden geçirip vicdanıyla hemhal kaynatmış olsun. Öylece getir. Kepçe kepçe hamd ile servis eder misin? Keşkelerden pişmiş tövbelerden sıcak sıcak…
Sipariş öncesi şu müziği de değiştir. Sustur şu çığlık sesli kadını. Attila İlhan üstadın şiirini Nur Yoldaş’ın gürül gürül sesinden aç ‘Sultan-i Yegâhı’. Kapat kapıları, yabancı gelmesin. Kendimle konuşacağım biraz.” Yöntem açısından sorunuza bu bölüm açıklayıcı olmuştur sanırım. “ Ben sizi anlıyor ve çok hak veriyorum. Buna okuyucu anlam katsın isterim Hüseyin Acarlar, Hocam. “
Remzi Yıldırım;
“ Taun, Pandname, Kolezyum, Eserleriniz neşredildi. Alışık olmadığımız Edebiyat dünyasında bir ilke imza attınız. Üç Eserinizi birden aynı gün okuyucuya sundunuz. Bu gerçekten önemli bir performans. Neden üçü bir arada? “
Hüseyin Acarlar;
“ FATİHADAN SONRA ÜÇ İHLAS OKUMA BİR METAFORDUR “
İslam anlatım geleneğinde “Rab, kul ve şeytan” üçlemesi vardır. Fatiha’dan sonra üç ihlas okuma gibi bir metafordur bu. Mübarek üç aylardan sonra üç gün bayram vardır derinliği gibi. Edebiyat geleneğimizde Divan ve Halk edebiyatı klasik aşk hikâyelerinde üçüncü şahıs yani ağyar/rakip olarak görülür. Divan edebiyatında üçüncü kişiler, âşık ile maşuk ikilisi arasında âşığın maşuğa kavuşmasını engelleyen, âşığın nazarında kötü olup olumsuz ve fitneci biri olarak kabul edilir. Halk hikâyeleri ve mesnevîlerin ikili aşk hikâyelerinde üçüncü şahıs “ağyar” yani rakip, âşığın bir türlü ulaşamadığı vuslata nail olan, sevgiliyi elde ederek âşığın ona kavuşmasını engelleyen kimsedir de. Fuzuli’nin Leylâ ile Mecnûn mesnevîsinde İbn-i Selâm, Leylâ’nın vuslatına eren üçüncü kişidir. Ancak her zaman üçüncü kişi, vuslatı elde eden olmaz. Bu üçüncü kişi iki âşığın kavuşmasına engel olan kötü kimse de olabilir. Bu tarz bir algı, bahsettiğim “Rab, kul ve şeytan” üçlemesinin imgesel bir yansımasıdır. Birbirinin devamı niteliğinde olan ya da birbiri ile karakterler veya konu açısından bağlantılı olan üç esere üçleme demişiz. Bizde; gök-yer-yeraltı üçlemesi vardır. Mesela, “gökten üç elma düştü” deriz masallarımızda.
Mısır’ın dev edebiyatçısı Necip Mahfuz’un Kahire üçlemesi var. Bizde; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın,” Mahur Beste”,” Huzur” ve “Sahnenin Dışındakiler” eserleri üçlemedir. Orhan Kemal’in “Vukuat”,” Hanımın çiftliği”, “Kaçak” gibi Yaşar Kemal’in de “İnce Memed” üçlemeleri var. Bunun gibi üçleme eserlerimiz var.
Sinemamızda yine Metin Erksan’ın köy ya da mülkiyet üçlemesi olarak tanımlanan ‘Yılanların Öcü’, ‘Susuz yaz’, ‘Kuyu’ üçlemesi aynı zamanda sinema tarihimizde yapılan ilk üçlemedir. Bizim farkımız üçlemelerin aynı anda okuyucuya sunulması oldu. bu birinci fark. İkinci farklılık roman değil de deneme türüyle bunu yapmış olmamız.
Remzi Yıldırım;
“ Gastepress İnternet Gazetesi olarak edebiyat okurlarına eserlerinizi kazandırdığınız için sonsuz teşekkür ederiz. Kıymetli dakikalarınızı bizim için ayırdığınız için eyvallah “
Hüseyin Acarlar;
Ben teşekkür ediyor, başta zat-ı âlinize ve tüm okurlarımıza şükranlarımı sunuyorum.
ÖZEL RÖPORTAJ/Remzi Yıldırım/gastepress.com
Yorumlar 1
Kalan Karakter: