2002 yılıydı. O zamanlarda Ak Parti kurulmuş, Sadet Partisi kendi başına yürümeye devam edecekti. Beni derinden üzüyordu. Zira Erbakan Hocam orada kalmış, geleceğin lideri Erdoğan da ayrı bir kulvara girmişti.
Erdoğan’ın etrafındakilere bakıyordum. Meral Akşener, Abdullah Gül gibi kişileri görünce Erdoğan’dan uzaklaşıyordum. Erbakan Hocama bakınca, korkak, basiretsiz ilerisini görmeyen yaşlı kişilerden oluşuyordu. Bir türlü kimlerle hareket edeceğimi kestiremiyordum.
Erdoğan ilk seçimlerde iktidara gelmişti. Gelir gelmez de ekonomiye çeki düzen vermiş devletin halka olan ödeyemediği borçları taksite bağlayarak ödemeye başlamıştı.
28 Şubat Post Modern darbesinden çıkan Türkiye’de dinamik güçlerin gözü Erdoğana çevrilmişti. Her an bir yanlış yapsın da kafasına vuralım yaklaşımı hakimdi. 2004 yılına kadar sürdü. Erdoğan yanlış yapmıyor, sessiz ilerliyordu. Saadet Partisi ise marjinalleşiyor, Türkiye’nin ihtiyacına cevap vermekten uzaklaşıyordu.
2004 yılının sonuna doğru askeri kanat, darbe provaları yapılıyor, savaş oyunları adı altında tatbikatlar icra ediliyordu. İddialarında, “Erdoğan Türkiyeyi satıyor” safsatası işleniyordu. Erdoğan Avrupa Birliği ile iyi ilişkiler kurmuştu. AB baskısı ve Erdoğan’ın cesur duruşu darbeyi bertaraf etti. O dönemde Fetullah’çaların darbeyi engellemede katkısı oldu. Çünkü FTÖ devlete sızma girişiminde hayli mesafe kat etmiş, sızılmamış bir kaç kurumu ele geçirmek için zamana ihtiyaçları vardı.
2012’ye gelindiğinde Türkiye ciddi bir yol ayırımına gelmişti. Abdullah Gül’ün dönemi bitecek, Erdoğan’ın dönemi başlama olasılığına evrilecekti. Erdoğan mehter adımları gibi üç ileri bir geri yapıyor, her hamlesinde iki adım kazanıyordu. Ben bu gelişmeleri gözlemledikçe Ak Partiye tüm gücümle destek veriyordum.
Ak Partinin bir vaadi vardı. O da herkes aynı göreve üçüncü dönemde aday olamıyordu. Bu sürekli bir kan değişimi anlamına geliyordu.
2013 yılında Gezi Olayları patlak verdi. Artık ABD ve AB Erdoğan gitsin istiyordu. Erdoğan’ın çıraklığı bitmiş, kalfalık dönemi başlamıştı. Erdoğan, uluslararası diplomaside sesi yükselir olmuş, Batı’nın ürettiği doktrinler dışında fikirler ileri sürmeye başlamıştı. Ekabir Batı’nın bunu kabul etmesi mümkün değildi.
Batı Erdoğan’a Gezi kalkışmasıyla cevap verdi. Gezi başkaldırısını Erdoğan kesin ve net bir şekilde bastırdı. Bu durum Batı’nın çok canını sıkmıştı. Erdoğan’ın Türkiye’yi genetik kodlarına doğru çekmesi bende hayranlık oluşturuyor, kendisine daha çok çekiyordu.
Ak parti seçimlerde %50 sınırını zorluyor, her iki kişiden birini kendisine bağlıyordu. Bu arada dünün garibanı ama içinde zübüklük olan yol arkadaşlarımız bize fark atarak çeşitli yerlere kurulmaya başlıyorlardı. Bizde yol arkadaşlığı bitmiş, bir yerlere kurulma yarışı başlamıştı. Ak Parti kendi kapitalistini oluşturuyordu.
İki kere seçilmeme şartı Partiden kopmalara neden oluyor, seçilemeyecek duruma gelenler başka oluşumlar peşinde koşmaya başlıyordu. Erdoğan’ın etrafında etkili ve yetkili olan zümre Erdoğan’ın etrafından ayrılırken, illerde Ak Parti oligarşisi oluşuyordu.
Öyle bir noktaya geldim ki, il düzeyinde bin oyum olsa birini Ak Partiye veresim kalmamıştı. Ama genel seçimlerde bin oyum olsa binini de Erdoğana vermem gerektiği inancını koruyordum. Artık babasının seçilme hakkı bitince oğullar milletvekili oluyordu.
15 Temmuz 2016’da artık her şey daha berraklaşmıştı. Taraflar netleşmiş, Erdoğan rüşdünü ispatlamıştı. Ülke başkanlık sistemine ulaşınca seçmen iki kesime ayrıldı. Millet İttifakı ve Cumhur İttifakı olmak üzere. Cumhur ittifakı sağ ve muhafazakar kesimi temsil ediyordu. Millet İttifakı ise sol liderliğini oluşturmaya çalışıyordu. Türkiye’de solun oy oranı %35, Sağ oy oranıysa %65 olmasına rağmen seçimler dış desteklerle %50-50’ye yaklaşıyordu. İşte beni de burası rahatsız etmeye başlamıştı.
Oligarklaşmış Ak Parti ya kan değişimine gitmeliydi ya da iktidardan uzaklaşmalıydı. Çöreklenen güç merkezleri paylaşımı daraltmış, kendilerinin dışındakilere imkan tanımaz olmuşlardı.
KADEM ve Kadın derneklerinin girişimleriyle İstanbul Sözleşmesi yapıldı. Ayrıca ceza kanunları çıkarıldı. Aileler dağıtıldı. Demokrasiyi kadınların çalışma ve temsiline indirgediler. Yapılan sokak anketlerin birinde, “Azrail gelse senin mi eşimin mi canını alayım dese ne cevap verirsiniz?” diye soruldu. Kadınlardan %90’ı eşimin canı al derim” dedi. Bu oran genç nüfusta % 100 olarak görüldü. Erkeklerin %100’ü ise, “Benim canımı alsın” dedi. Kadınların getirildiği nokta beni, Deli Dumrul hikayesine götürdü. Orada canını oğluna bağışlamayan ana ve babaya karışın, gözünü kırpmayan evin hatunu kendisini feda etmişti. Birbirlerine canını feda edecek eşlerden, “o ölsün” nefretine taşınan kadın bu dönemin eseriydi.
Bürokrasideki liyakatsızlık, oligarşik yapıyı da görünce artık Ak Partiye oy yok diyordum. Ancak ben ne zaman böyle desem öyle bir şey oluyor ki, Erdoğan’ı yalnız bırakırsam vebal altında kalırım noktasına getiriliyorum.
İngiliz Haber Ajansı bir iş ilanında Reuters, “Erdoğan’ın önümüzdeki aylarda yeniden seçilme hedefini tehdit eden yüksek enflasyon ve ₺’nin sert darbeler aldığı kritik bir kavşakta derinlemesine kurumsal hikayeler sunabilecek, güçlü yazma ve raporlama becerilerine sahip birine (sahtekara) ihtiyacımız var” yazıyor. Parantez içi ifade bana ait. Yani FTÖ yada PKK’nın Batıdaki uzantılarından destek istiyorlar.
İşte böyle olunca Erdoğan’a bin oyum olsa binini de vermek zorunda kalıyorum. Yani tarih önünde gelecek için, bugün için tekrar Erdoğan diyorum.
Selamünaleyküm kardeşlerim esen kalın.