(Orta yaşlı bir adam oğluna bakıyordu. Elinde acıların yalnızlığı. Uzakta gemilerin isli dumanları, sokak satıcıları, mahalle kızlarının kahkahaları. Kordonda saçlarını havalandıran imbat rüzgarı. Yanındaki oğlu, elinde misina, sağ bacağında metal eklemli bir ortopedik ayakkabı. Orta yaşlı adam, için için ağlıyordu gemi sirenlerinin gürültüsünde. Balık avlamak bahane hayatı ve acıyı tadıyorlardı. Adam oğlundan çok yılların kaderine ağlıyordu.)
Adamı ve kadına dair bir hayatı anlatmak bir öykücü için kolay değildir. Çünkü hayalleri, yaşanmışlıkları ve acıları betimlemek zordur. Olanı biteni yazabilirsiniz ama ya hissedilenleri?. Mesela çocuğun o küçük Anadolu kasabasında serin ikindilerde saçlarının arasında onu üşüten bir rüzgarla salıncakta yaşadığı neşeyi. Mesela inatçı bir eşşeğin sırtında yaşanan komik saatleri, o kasabanın küçük göletinde buz gibi suda yüzmeyi öğrenirken ciğerlerinde hissettiği korkuyu. Kadın ve adam o küçük kasabada çocukları ile çok yıllar geçirdiler. Çocuklar tarihten ve yaşananlardan daha hızlı büyüdü. Okullara başladılar, tören geçitlerinde yürüdüler, halkevi salonunda şiirler okudular. Okula ilk başladıklarında beyaz yakalı siyah önlükleri, boyunlarında asılı silgileri ile sınıflarda koşturdular. Okulun arkasından salınarak akan dereye o ağaç hışırtıları arasında atılan taşların sesleri, ürkek ördeklerin şamatasına karışırdı. Çocuklar o derenin kenarında ilkbaharı kışı ve yazı gördüler. Çocuk bayram törenlerinde hiç trampet takımında olmasada yürüyüş kortejinde çalınan marşların teninde yarattığı soğuk ile büyüdü. Adam ve kadın kış gecelerinde dışarıda ölgün sokak ışıkları, sobanın çatırdayan kızıllığı içinde uzun uzun çocuk hakkında konuştular. Artık o sağ bacağı tedavi etmek zamanıydı.
Kasabadan bir dolmuş ile şehire inilirdi o yıllarda. Develerin, eşşeklerin sırtlarının yüklü olduğu pazar yerinde kirli camlı dükkanların önlerinde bekleşen kadınlar, ellerinde sepetler o sepetlerde meyve sağa sola utangaç gözler ile bakar muzip gülümserlerdi. Adam ve çocukta oradaydı. Çocuk kadının hazırladığı tahta bavula oturup çevresindekileri izliyordu. Köşede pastahanenin gazoz kasaları, dondurma tezgahında dönen makinanın sallantısı gazoz kapaklarının göze çarpan rengarenk ışığı. Üçgen bir tezgahta kocaman bir tepside nohut mayasından yapılmış poğaçalarını satmaya çalışan kirli sakallı simitçi, lokantanın ağzından sigara düşmeyen aşçısının göbeğine dar gelen önlüğü, dolmuş muavinlerinin haç kokuları satan kokucunun tezgahındaki şımarıklıklarını seyretti çocuk. Bilmediği bir yolculuk, kasabanın sessizliğinden gürültülü caddelere bir yolculuk.
Dolmuşa bindiler. Şöförün yanında bir yükseklik içinde homurtulu ile çalışan bir motor, renkli pelüşler, renkli ampüller ile süslü ön taraf ve ahşap direksiyonda çelik renkli bir kalp. Yeşil gömleği ve topuklarına basılı ayakkabısı ile sigarasından son nefesi çeken şöför muavine seslendi. Ağır kapı gürültü ile kapandı, zambak, mazot ve sigara kokan dolmuş, sağa sola selam vererek yola çıktı. Kasaba ile şehir arası çok sürmezdi. Adam askeri araçla haftada birkaç kez giderdi bu yolu. Ara ara yolda durdu dolmuş. Muavin bağıra, bağıra koşarak, açık kapıdan tekrar binerek dolmuşa yolcular aldı, indirdi bazılarını. Tozlu bir şehirde durdular. Küçük bir terminal, birkaç bilet gişesi, köşede renkleri solmuş masaları ile suratsız garsonların çalıştığı kafeterya, iğneden ipliğe her şeyin satıldığı bir bakkal, şöförlerin kravatlarını düzelttiği, muavinlerin limon sürerek saçlarını yapıştırdığı ağır idrar kokan tuvalet, ellerinde bavulları, çuvallarda malları otobüslere kargo vermeye çalışan esnaflar, yolcular, ve köşelerde bekleşen kadınlar.
Uzun burunlu otobüs perona yanaştı. Yolcular gıcırdayarak açılan bagajlara, muavinin çevik adımlar ile tırmandığı otobüsün tavanındaki bagaja eşyaların valizlerin, çuvalların yerleşmesini seyrettiler. Bir çoğunun ellerinde üzerinde tülbent örtülmüş sepetler, koltuklarına oturup, sepetleri ayaklarının altına koydular. Bilet satıcısı herkesi yerine oturtturdu, muavin otobüsü çalıştırdı, şöför ceketini çıkardı yan tarafına astı, yolculuk başladı. Önce sıvasız apartmanlar, tek katlı soğuk renkler ile boyanmış evlerin arasından geçti otobüs.Ardından uzun kahverengi bozkır. Ara sıra içinden geçilen köy meydanları, gece hava kararınca far ışıkları solgun köy evlerinde telaşsız camlarına vurdu. Sabaha karşı uyku mahmurluğunu ile yanaşılan restaurantta içilen kemik sulu çorba, ayak üstü içilen sigara. Gün ışıdı, içimizi ısıtan güneş otobüsün solgun renklerini parlattı, kalabalık gri renkli bir şehire girdi otobüs. Çocuk ilk defa bu kadar büyük bir şehire gelmişti. Terminalinde insanı boğan mahşeri bir kalabalık. Sabahın telaşında sokaklarda koşturan kravatlı takım elbiseli adamlar, kadınlar. Dolmuşlarda, otobüslerde kirli sakalları ile şöförler, haylaz muavinler. Kasvetli bulvarlar, gürültü ile akan, yaşayan bir şehir. Nefesini daraltan bu şehirde yaşayacağını düşündü çocuk. Keşke o kasabada kalsa hiç buralarda gelmeseler, keşke kaçıp dönüverseler. Adam çocuğun başını okşadı. “Oğlum bak burası Ankara. Ne kadar büyük değil mi? Gürültülü ve ve kalabalık. Ama merak etme alışırız. Hele şu ameliyatlarını bir halledilim. Gerisi kolay.” Dedi. Çocuk göğsünde bir sızı kafasını salladı. Korkuyordu. “Baba” dedi. “Çok canım acımayacak değil mi?” Adam gülümsedi, kafasını dolmuşun camına çevirdi. Gözleri doldu. Sustu. Ankara uyanmıştı, sokaklar bulutlanmıştı, mevsim sonbahardı. “Yeneceğiz oğlum her türlü meseleyi çözeceğiz sen çok güçlü bir çocuksun” dedi adam. İkiside için için ağlıyordu.
Hikaye buruk olsada içimi ısıttı. Teşekkürler…
Teşekkür ederim