İnsanoğlu... Yaratılışın en mucizevi, aynı zamanda en tehlikeli varlığı. Gönlünde kâinatı taşıyacak kadar geniş bir maneviyat barındırırken, ruhunu bir avuç toprağa satacak kadar da hırslı ve gözü doymaz. Bu öyle bir ihtirastır ki, kalbin bahçesini kurutur, ruhun gökyüzünü karartır ve insanı, fani dünyanın peşinde nefes nefese koşan soluk bir gölgeye dönüştürür.
Bu bitmek bilmeyen mal kazanma hırsı, çağlar boyunca filozofların, düşünürlerin ve dinlerin odağında yer almıştır. Zira mülkiyet arzusu, medeniyetleri inşa eden el olsa da, aynı zamanda yıkımın da habercisi olmuştur. Maddi zenginliğin peşindeki bu kör koşu, aslında bir şeyin peşindedir: Ebediyet yanılsaması ve güç. İnsan, sahip olduğu her yeni malla, ölümden bir an daha uzaklaştığını, hayatın iplerini daha sıkı tuttuğunu sanır. Oysa bu, büyük bir aldanış ve gönül yorgunluğudur.
Büyük düşünür Arthur Schopenhauer, insanın bu durumunu keskin bir gözlemle şöyle ifade eder: “İnsanın hayatı, iki uç arasında gidip gelen bir sarkaçtır; acı çekmek ile can sıkıntısı arasında.” Mal hırsı, işte bu can sıkıntısını geçici bir süre dindirme ve acı çekmekten kaçınma çabasıdır. Kazanılan her yeni şey, kısa bir mutluluk anı sunar; ancak arzunun doyumsuz doğası gereği, bu mutluluk derhal yerini yeni bir açlığa, yeni bir ihtirasa bırakır.
Bu dünyevi yarış, insanı asıl amacından saptırır. Mal ve servet, bir amaç olmaktan çıkıp, insanın taptığı bir put haline gelir. Oysaki dinlerin ve hikmetli sözlerin özü, bu fani dünyanın geçiciliğini fısıldar durur. Kur'an-ı Kerim, insanın bu hırsını en çarpıcı şekilde ortaya koyar:
"Çoklukla övünmek (mal ve evlat çokluğu), sizi oyalayıp durdu. Nihayet kabirleri ziyaret edinceye kadar (ölünceye kadar)." (Tekâsür Suresi, 1-2. Ayetler)
Bu ayet, insanın ömrünü nasıl da boş bir meşguliyetle heba ettiğini, ölümün kesin gerçeğiyle yüzleşinceye dek bu oyalanmanın sürdüğünü yürek dağlayıcı bir açıklıkla bildirir. İhtiras, bir perdedir; gerçeği görmemizi engelleyen, fani olanı baki sanmamıza neden olan kalın bir perde.
Bir başka büyük düşünür, Sokrates, bize içsel zenginliğin önemini hatırlatır: “Kendini tanı.” Mal hırsıyla meşgul olan kişi, dışarıyı o kadar çok tanımaya, o kadar çok şeye sahip olmaya çalışır ki, içindeki evreni keşfetmeyi unutur. Kendini tanımak yerine, banka hesabını tanır; ruhunu beslemek yerine, kasasını besler. Bu durum, insanın kendi özünden, fıtratından uzaklaşmasıdır. O, sürekli bir daha fazla diye haykırışın esiridir.
Mal, ihtiyaçları gidermek için bir araç iken, modern insanın elinde bir pranga halini almıştır. Bu pranga, ruhu sıkar, komşuyu unutturur, şefkati azaltır ve kalbi katılaştırır. İhtiras, bir çöldür; ne kadar su içerseniz için, susuzluğunuz o kadar artar. Sonu gelmez bir tatminsizlik döngüsüdür bu.
"Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar hüsrana uğrayanlardır." (Münafıkûn Suresi, 9. Ayet)
Bu ilahi uyarı, hırsın getirdiği hüsranı gözler önüne serer. Asıl kayıp, maddi zenginliğin yitirilmesi değil; zamanın, huzurun ve manevi bağlılığın kaybedilmesidir. Mal biriktirme uğruna, insanın kendisine verilen en değerli sermayeyi, hayatı harcamasıdır.
Sonuç olarak, insanın ihtirası, gözünü doyurmaktan aciz bir canavardır. Ona ne verirseniz verin, daha fazlasını ister. Oysa huzur, daha fazlada değil, yeterlide gizlidir. Gerçek zenginlik, kasalarda değil, gönül ferahlığında ve kanaatte bulunur. İnsanın bu dünyadaki en büyük mücadelesi, elindekine şükredip, kalbindeki bitmeyen arzu kuyusunu hikmet ve maneviyat suyuyla doldurarak ihtirası yenebilmesidir. Aksi halde, o, toprağın altına girerken dahi, geride bıraktığı malların hesabıyla yorulmaya devam edecektir.
Yorumlar
Kalan Karakter: