Şehirlerin alnına, bir ekonomik depresyonun gölgesi düştüğünde, bu gölge sadece finansal tablolara değil, doğrudan insan ruhuna düşer. Bu, soğuk bir mali rapordan ibaret değil; milyonlarca hayata sızan, umudu eriten ve toplumsal dokuyu ilmek ilmek söken bir felakettir. Fabrika bacalarından duman tütmez olur, limanlar sessizliğe gömülür ve makinelerin gürültüsü yerini, tencerelerin dibindeki boşluğun tınlamasına bırakır. İşsizlik, artık sadece bir istatistik değil, onurları çiğnenmiş babaların, geleceği çalınmış gençlerin ve çaresiz annelerin her sabah karşılaştığı acı bir gerçektir.
Depresyonun en yıkıcı yüzü, toplumsal problemleri katlanarak derinleştirmesidir. Yoksulluk, bir anda coğrafi bir ayrım olmaktan çıkıp, kapı komşunuzun kaderine dönüşür. Evsizlik sokakları doldururken, açlık çocukların gözlerindeki ışıltıyı söndürür. Sağlık ve eğitim gibi temel kamu hizmetleri, bütçe kesintileri nedeniyle daralır; böylece en çok ihtiyaç duyanlar, en az hizmeti alır. Toplumsal gerilim yükselir, çünkü insanlar haklı olarak, bu çöküşün bedelini kendilerinin ödememesi gerektiğini bilir. Suç oranlarındaki artış ve yaygınlaşan toplumsal bunalım, sistemin çürüdüğünün sessiz ama keskin kanıtlarıdır.
Ancak bu çöküşün asıl vicdanı yaralayan yönü, adaletsizliğin dayanılmaz boyutlara ulaşmasıdır. Kriz, bir doğal afet gibi davranmaz; daima en zayıfı bulur ve ezer. Spekülatif kumar oynayan ve sistemi tehlikeye atan büyük sermaye grupları, "kurtarılmaya değer" addedilir. Devlet, halkın vergileriyle devasa kurtarma paketleri oluşturur, ancak bu fonlar krizin asıl sorumlularına can simidi olur. Bu sırada, hayatını emeğiyle kurmuş olan küçük esnaf, çiftçi veya maaşlı çalışan, sessizce yok oluşa terk edilir.
Hukuk ve etik, bu süreçte tamamen tersine döner. Hukuk sistemi, krizi yaratanların yolsuzluklarını ve etik dışı eylemlerini örtbas etmek için bir kalkan görevi görürken, ekmeğini arayan, çaresizlikten küçük hatalar yapan vatandaşlar için acımasız bir kılıç olur. Adalet, sadece güçlünün çıkarına hizmet eden bir illüzyon halini alır. Bu, sadece ekonomik bir adaletsizlik değil, ruhsal bir soykırımdır.
Bu dramın en karanlık perdesi, devletin eksik kaldığı yerler ve siyaset kurumunun yolsuzluğu ile açılır. Devlet, halkın refahını koruma ve sistemi düzenleme görevinde feci şekilde başarısız olur. Krize müdahale, kararlı bir kalkınma programı yerine, yandaş kayırma ve rant dağıtma mekanizmasına dönüşür. Büyük ihaleler, şeffaflıktan uzak bir şekilde, siyasi elitlere yakın şirketlere verilir. Kurtarma fonları, bankacılık sistemini sağlamlaştırmak yerine, siyasetçilerin ve onların zengin dostlarının özel kasalarını doldurur.
Siyaset kurumu, bu felaketi, kamu kaynaklarını yağmalamak için bir altın fırsat olarak görür. Bürokrasi, halkın derdine derman olmak yerine, yolsuzluk çarkını döndüren hantal bir araca dönüşür. İnsanlar açlık çekerken, iktidar sahiplerinin lüks yaşam standartlarını koruması ve artırması, halkın devlete olan inancını ve güvenini kökten sarsar. Bu, sadece bir ekonomik hata değil, halkına karşı işlenmiş kolektif bir ihanettir. Siyasi liderler, krizin faturasını halka keserek, kendi sorumluluklarından kaçarlar ve toplumsal öfkeyi en kırılgan gruplara yönlendirmeye çalışırlar.
Ekonomik depresyonun yarattığı bu derin yara, sadece mali göstergeler düzeldiğinde iyileşmez. Bu kriz, sistemin temelindeki ahlaki ve siyasi çürümeyi çıplak bir şekilde ortaya sermiştir. Bir toplumun yeniden dirilişi, sadece ekonomik büyümeyle değil, aynı zamanda adaletin yeniden tesis edilmesi, yolsuzlukla hesaplaşılması ve siyaset kurumunun şeffaflık temelinde yeniden inşa edilmesiyle mümkündür. Aksi takdirde, bu karanlık sessizlik ve ihanet duygusu, ulusun hafızasında nesiller boyu sürecek bir kâbus olarak kalacaktır. Bu kadar olumsuzluğu bizim diyeceğimiz çal keke…
Yorumlar
Kalan Karakter: